Saraybosna
Orta Kuşağı Olmayan Ülke
Sabah 10:55 THY uçağı ile Saraybosna'ya uçuyoruz. Yorgun şehir Saraybosna... Komşuları tarafından bir hiç uğruna boğazlanan müslümanların şehri. Irk ve din temelli fanatik anlayışların bir ülkenin orta kuşağını nasıl yiyip bitirdiğinin belgesi bu ülke.
Hava alanı çok küçük, turist bürosundan şehir haritası kapıp atıyoruz kendimizi dışarı. 2 alternatif var şehre ulaşmak için. 1.si taksicilerle pazarlık yapmak, 2.si ise 20 dakika yürüme mesafesinde tramvaya ulaşmak. Birinci yolu seçip başarısız bir pazarlıktan sonra 30 km'ye bizi başçarşı'da kalacağımız yere bırakacak taksiye atlıyoruz.
Şehrin merkezine yaklaştıkça savaşın izleri daha çok meydana çıkıyor. Yeni yapılan modern binalar haricindeki tüm binalarda kurşun izleri var. Bir çok evin olduğu gibi bırakıldığını görüyorsunuz. Geriye dönen olmamış belli ki savaştan sonra. Şehrin bir bölümü sanki savaştan yeni çıkmış gibi. Hoş çok da olmadı... 20 yıl geçti daha yaşanan onca acı ve utanç yıllarından sonra..
Başçarşı yakınında konaklayacağım Hotel Berr'e ulaşmamış 20 dakika sürüyor. Güler yüzlü bir resepsiyonist karşılıyor bizi. Odalar temiz ve otel'in yeni olduğu belli.
Eşyalarımızı bırakıp önceden internet'ten bulduğumuz Dveri isimli mekana gidiyoruz. Zaten önümüzdeki 4 gün cevabi (köfte) ve burek (börek) yemekle geçecek. Açılışı farklı bir şeyle yapalım diyoruz.. Dveri'den aklımda kalan Ajvar (6km) isimli başlangıç sosu, ev yapımı ekmekleri ve mekanın mimarisi...
Gerçekten çok iyi bir sos ve ekmek inanılmaz. Tüm ekmeği o sos ile yiyebilirdim inanın.
Ajvar'a ek ortaya Dveri Steak (18km), Gulash Dveri (18km). Dveri Steak rulo şeklinde eti şekillendirip mısır unuyla kızartmışlar, bana biraz ağır geldi. Gulash Dveri ise yahni gibi kuş başı etler ve çok farklı sebzelerle zenginleştirilmiş enteresan bir sulu yemek. Yanında menüdeki draft birayı deniyorum. Hafif ve light bir bira geliyor. Mekanın dizaynı ise gerçekten orjinal. Farklı bir şey arayanlar için muhakkak denenmeli. Öte yandan belirtmek gerekir ki fiyatlar şehir ortalamasının çok üstünde.
Morica Han ve Kafa
Yemekten sonra önümüzdeki 4 günün vazgeçilmezi olacak olan Kafa (Kahve) içmeye geçiyoruz Morica Han'a. Han aynı zamanda zaman zaman çeşitli sergilerin yapıldığı Hüsrev Bey Vakfına da ev sahipliği yapıyor. Han'ın avlusundaki mekanda kendimize bir yer bulup kahvelerimizi söylüyoruz. Burada az, orta, şekerli ayrımı yok kahve için. Tüm kahveler şekersiz ve yanında lokum, kıtlama şeker ve su ile servis ediliyor. Yani şekerli içmek isteyen şekerini sonradan ekliyor.
Ve en önemli ayrıntı tabi ki kahve fincanları kulpsuz! Buradaki Boşnaklar kahveyi kulpsuz fincandan içiyor. Kulp onlara göre Sırp işi! Bunun öğrenebildiğimiz kadarıyla iki sebebi var. Birincisi kulp savaş dönemi Sırpların katil çetesi Çetnik'lerin simgesi olan 3 parmakla tutuluyor. Bu işareti yaptırmak için Boşnakların serçe ve yüzü parmaklarını kestikleri biliniyor. Kulpsuz fincanın ikinci sebebi ise fincanın dibindeki Osmanlı yıldızı. Fincan baş ve işaret parmağıyla çevrelenip tutulduğunda Osmanlı'nın ay yıldızı ortaya çıkıyor. Boşnakların savaştan önceki bayrağı da zaten yeşil zemin üzerine Ay-Yıldız. Camiler başta olmak üzere şehrin her yerinde görmek mümkün bu bayrağı.
Boşnak Böreği
Başçarşı merkezde onlarca harika börekçi bulabilirsiniz. Bizim denediklerimiz arasında en iyisi Bravadzıluk sokağındaki "Buregdzinica Bosna" isimli börekçiydi. Boşnak böreğini özellikle de buradakini kelimelerle anlatmak gerçekten mümkün değil. Kıymalı, peynirli, patatesli ve ıspanaklı hepsi birbirinden güzel...
Sunarken üzerine ekledikleri yoğurt ise lezzeti bir kat daha yukarıya taşıyor...
Sabah, öğlen, akşam her saat yenebilir ki biz zaman zaman kahvaltımızı zaman zaman da akşam yemeğimizi bu enfes lezzet ile yaptık. Genellikle tercihim karışık bir porsiyon almak oldu. Çünkü her biri birbirinden güzel. Doyamıyor insan bu lezzete. Ayranları bizimkinden oldukça koyu, yoğurda daha yakın diyebilirim.
Boşnak Tatlıları ve Köftesi
Hemen hemen tüm tatlıları damak zevkimize uygun. Başçarşının girişindeki "Slasticarra Saray" pastanesinden Trileca ve Bombice denenmeli muhakkak. Ve tabi ki Tuhafiya... En güzel yapan yerlerden biri gene Sebil yakınındaki Kuca Sevdaha. Eski bir han olan mekan hem bir sanat galerisi hem de kahve olarak hizmet veriyor. Hemen hemen her yerde baklava bulmak mümkün. Bizim ev baklavası dediğimiz biraz daha kuru, az şerbetli ve cevizli hafif baklava, buranın normal baklavası.
Köfteler ise ayrı bir mesele... Anlatmak zor... Yemek lazım... Başçarşı'da her köşe başında bir tane köfteci var neredeyse... Denediklerimiz arasında "Cevabdzinica Zeljo" (Başçarşı merkez) ve "Cevabdzinica Nune" (Ferhadiye 12) oldukça güzel köfte yapıyorlar.
İrfan Amca
Yaşam Tüneli'ne ulaşmak hem yol yapım çalışmaları hem de yol sorduklarımızın büyük bölümünün bizi yanlış yönlendirmesi (sonradan Sırp olduklarını fark ediyoruz) sebebiyle ciddi bir kabusa dönüyor. Havalimanın arkasındaki tüneli ararken bir anda kendimizi Havalimanın önünde buluyoruz. Tamamen yanlış taraftayız...
Avel avel sağımıza solumuza bakarken külüstür bir wv glof yanaşıyor yanımıza. "Nereyi arıyorsunuz?" diye soruyor içerideki ihtiyar bozuk Almancası ile. "Ratnı Tunel!" diye cevaplıyoruz. "10 km'ye atayım sizi Tünele" diyor, çocuklar gibi şen atlıyoruz hiç düşünmeden... İrfan amca, korsan taksicilik yapıyor. Özellikle bizim gibi yolunu kaybeden turistler en iyi müşterisi...
Yolda, Tünel Sırp köylerine yakın olduğu için Sırpların Tünel tabelalarını kaldırdığını, yol soran turistlere ters istikametleri tarif ettiğini anlatıyor. Şaşırıyoruz...
İrfan amca 2 çocuk babası... Savaş yıllarının izleri yüzünden okunuyor. İlerlemiş yaşına rağmen yadigar arabası ekmek teknesi. Dönüşte de kendisiyle dönüyoruz şehre. Taksinin yarı fiyatına istediğiniz yere götürüyor İrfan amca. Güler yüzlü ise yolculuğun artısı. Kırık Almancasıyla hayatını çocuklarını anlatıyor. Sohbet koyulaşınca "Sizler de benim evlatlarım sayılırsınız" diyor gülümseyerek... Birkaç kez konuyu savaşa getirmeye çalışsam ya beni anlamıyor ya da anlamamazlığa geliyor. Bizi bırakırken son gün havalimanı transferimiz için sözleşiyoruz İrfan amcayla. Söylediğimiz saatte bizi otelimizden alıp bırakıyor havalimanına sağ olsun.
Telefon numarası; 061 210 121 / İrfan amca maalesef İngilizce pek bilmiyor, bilginize...
Yaşam Tüneli / Ratnı Tunel
Savaş yıllarının kahraman ailelerinden biri...
Kolar ailesi... Yıl 1993...
Hayatları pahasına evlerinin altından şehre yapılacak tünele müsaade edip, erzak ve silah sevkiyatının yolunu açarlar.
800 metre uzunluğundaki ve 1,60 metre yüksekliğindeki tünelin inşası tam 4 ay 4 günde tamamlanır ve Bosna'daki savaşın simgelerinden biri haline gelir.
Dünyanın dört bir yanından Boşnaklara yardıma gelen insanlar bir fiil çalışmışlar Tünel'in inşaatında.
Dağlardan köye ulaştırılan yardımlar bu evde toplanıp, tünelle Nato'nun kontrolündeki serbest bölge ve Sırp kuşatmalarının altından şehir merkezine ulaştırılır.
Savaşın izleri tüm Bosna'da olduğu gibi burada da kendini sert bir şekilde gösteriyor. Evin dış cephesi delik deşik. Savaş esnasında evin tünel olarak kullanılmasından kaynaklanmıyor bu durum elbette. Fark edilseydi ev bugün yerinde olmazdı kuşkusuz. Kurşun izleri tüm evlerde mevcut, özellikle Sırp köylerine yakın bu bölgede daha da belirgin şekilde artıyor izler.
Ev bugün artık bir müze olarak kullanılıyor. Giriş ücreti 10 km... Evin giriş katı, tünelde çalışanların eşyalarının sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüş. Bodrum katında ise savaş yıllarında yaşananların anlatıldığı kısa bir video gösterimi var. İnsanın tüyleri diken diken oluyor... Can pazarı...
Evin avlusundan inilen tünelin bugün 25 metrelik bölümü restore edilmiş ve ziyaretçilerin girişine açık.
CAJDZINCA DİRLO / Çayların Koklanarak İçildiği Yer!
Saraybosna'nın Don Kişot'uyla tanıştırayım sizi... Özel ve güzel insan Hüseyin abi! Savaşta erkek bir çocuk büyütmüş. Kırışıklıklarına bakmayın, acıları yaşlandırmış tenini... Zorlu geçen yıllardan sonra işine dört elle sarılıp, dünyanın en güzel çaylarını yapıyor elleri... Ve yüzünden hiç eksik olmuyor babacan gülümsemesi...
Hüseyin abi, eşi ve oğlu Ali ile birlikte işletiyor küçük ve şirin mekanını. Çok kısa zamanda konsepti, muhteşem çayları ve güler yüzlü servisi ile müdavimi oluyorsunuz çaycının. Çaycı diyorum çünkü birkaç farklı alternatif dışında onlarca çay çeşidi sizi bekliyor burada. Çayların hepsi birbirinden enfes. Öneri yapmayacağım... İster tek tek cam kavanozları koklayarak seçin çayınızı, isterseniz Hüseyin abi ya da eşine ne tür bir şey istediğinizi söyleyin onlar öneride bulunsunlar. Ama çaylarla ilgili fikir vermesi açısından örneğin benim çok sevdiğim "Rooibos tea - ananas ve zencefil ile zengilenleştirilmiş" rahatlamak isteyenlere öneriliyor. Rooibos (Kızıl Çay), zencefil, ananas ve lime ile zenginleştirilmiş aroma aynı zamanda kırmızı biber, tarçın, mate ve mine çiçeği yaprakları ile de desteklenmiş. Yani enteresan...
Çayımızı merakla yudumlarken yan taraftan biri sesleniyor Türkçe konuşmalarımızı duyan, "Are you from Turkey?" Ve böylece önümüzdeki birkaç saati burada geçirmemizi sağlayacak sohbete başlıyoruz. Filistinli bir gazeteci, işi sebebiyle çok gezmiş... İstanbul kadar güzel bir şehri şimdiye kadar görmediğini vurgulayarak başlıyor konuşmaya, 2 ay İstanbul'da yaşadığını ekleyerek.
İsmini sorduğumda "Tamam" diyor. Bir an duraksıyorum aklıma bir filmde sürekli -tamam- diyen bir karakter geliyor. Tekrarlıyorum ismin ne diye. Gülerek, "Tamam" diyor ve ekliyor, "İsmim Tamam". Babası son oğluna Arapçada -tamamlanan- anlamına gelen Tamam ismini koymuş.
"Türkiye'ye geldiğimde en büyük kabusum buydu", diyor ve insanların sürekli çevresinde başka şeylere tamam demesinden deliye döndüğünü ve ilk birkaç gün çağırıldığını sanıp sağına soluna bakmaktan bunaldığını anlatıyor. "Tamam", diyorum gülümseyerek...
Uzun uzun Almanya'dan, Türkiye'den ve tabi ki Filistin'den konuşuyoruz. İsrail'in katliamın şiddetini arttırdığı günler. Birkaç hafta önce annesini kaybettiğini söylüyor. Yasaklı olduğu için ülkeye giremediğini ve son günlerde neler olup bittiğinden habersiz olduğunu ekliyor. Ne zor bir durum, yaşadığımız Coğrafyada yaşanan savaşların en çok da sivillere çektirdikleri...
Bir ara İstanbul çok bahsedince diğer yanımızdaki bir çocuk da lafa giriyor, "İstanbul dünyanın en büyük şehriymiş, doğru mu?". Kes lan cahil diyeceğim ama uzaktan geldiği belli. Sonradan Singapurlu olduğunu öğreniyoruz. Singapur'dan gelmiş balkan turu yapıyor 21 yaşında bir üniversite öğrencisi... Hem cahil hem cüretkar...
Bir süre sohbet ettikten sonra mekana gelen bir grup bayan Singapurlu arkadaşın dikkatini çekiyor ve kendisini kaybediyoruz ve Tamamla kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bu arada yağmur da çiselemeye başlıyor. Gelmeden önce tüm hafta sonu yağmurlu görünürken rahatsız etmeyen bir güneş karşılamıştı bizi. Yağmur giderek şiddetini arttırıp doluya çeviriyor. 1 saat sonunda tatlı güneş tekrar gösteriyor kendini. Ancak sohbetimiz ve çaylarımız o kadar keyifli ki hemen hemen tüm öğleden sonramızı Dirlo'da oturup laflayarak geçiriyoruz.
Aliya İzzetbegovic
Boşnak'ların ölümsüz ve 20.yüzyılın sonuna damgasını vurmuş lider...
Ne dense az kendisi için. Milletine ve barışa adanmış bir ömür. Boşnaklarla bizi ortak yapan bir benzerlikte verilen kurtuluş ve özgürlük savaşının benzerlikler göstermesi. İzzetbegovic'in eşyalarının ve verdiği mücadelenin dönüm noktalarını görebileceğiniz bir müze var kendi adına taşıyan. Muhakkak gidip görülmeli. Mezarı da gene bu müzeye yakın bir şehitliğin ortasında. Askerleriyle birlikte yatıyor büyük lider.
Tepeden bakıldığında begovic'in mezarının önünde bir hilal var ve mezar anıtıyla birleşince eşsiz bir görüntü oluşuyor.
Dikkatimi çekti, Bosnalı gençler hiç yalnız bırakmıyor begovic'i, yaşlı genç her yaştan insan mezarlığın önünden geçerken dua okumayı ihmal etmiyorlar...
Saraybosna'da bayram sabahı izlenimleri
Bayram sabahı erken saatte Başçarşı'yı turlamak için çıkıyorum otelden. Dışarı adımımı atar atmaz takım elbiseli, güzel giyimli insanlara takılıyor gözlerim. Büyüklerin anlattığı masalsı bayramların içinde buluyorum kendimi. Kadın, erkek, çocuk herkes tüm özeniyle "bayramlık"larını giymiş bir biriyle selamlaşıyor: "Bayram şerifin mübarek ola!"
Tüm olumsuzluklara rağmen bayram sabah herkes bayramlıklarıyla dışarıda. "Ceket" vazgeçilmezi Saraybosnadaki şıklığın. Kızlı erkekli ceket giymek şıklığın gereği sanırım.
Türkiye'de Cumhuriyetin ilk yıllarında yetişen gençlere benzetiyorum buradaki gençleri. Genç Bosna Hersek'in çocukları gururlu, bilinçli ve değerlerine sahip çıkıp onları yücelten bir gençlik.
Kültürel olarak bu kadar yakın olmak, hatta bizim kaybettiğimiz bir çok adetin burada sürdürülüyor olması inanılmaz bir keyif veriyor insana. İnsanların bir yapan şeyin "kültür" olduğunu görüyorum bir kez daha... Bu insanlar bizim kültürümüzden ve üstelik bizden daha çok sahip çıkıyorlar.
Saygım bir kat daha artıyor bu insanlara... Darısı bizim başımıza!
Saraybosna Gülleri
Sırp tankları arasında top ateşi altında kalan Saraybosna'da topların açtığı delikler kanı simgeleyen bir malzemeyle doldurulmuş.
Her gülün en yakınında bina duvarında o bombanın hangi tarihte düştüğü ve kimlerin hayatını kaybettiği yazılı bir tabela asılı. Rastgele atılan bombaların en büyüğü bugün halan pazar yeri olarak kullanılan bir alana isabet ediyor. Sırplar sivillerin olduğunu bile bile pazar yerini bombalar ve 60 kişinin üzerinde insan hayatını kaybeder. Bu 1995'teki son büyük saldırı olur. Bu olay uluslar arası kamuoyunun artık kayıtsız kalamamasını sağlar ve nihayet bu cinayete bir son vermek için müdahale gelir...
Sabah 10:55 THY uçağı ile Saraybosna'ya uçuyoruz. Yorgun şehir Saraybosna... Komşuları tarafından bir hiç uğruna boğazlanan müslümanların şehri. Irk ve din temelli fanatik anlayışların bir ülkenin orta kuşağını nasıl yiyip bitirdiğinin belgesi bu ülke.
Hava alanı çok küçük, turist bürosundan şehir haritası kapıp atıyoruz kendimizi dışarı. 2 alternatif var şehre ulaşmak için. 1.si taksicilerle pazarlık yapmak, 2.si ise 20 dakika yürüme mesafesinde tramvaya ulaşmak. Birinci yolu seçip başarısız bir pazarlıktan sonra 30 km'ye bizi başçarşı'da kalacağımız yere bırakacak taksiye atlıyoruz.
Şehrin merkezine yaklaştıkça savaşın izleri daha çok meydana çıkıyor. Yeni yapılan modern binalar haricindeki tüm binalarda kurşun izleri var. Bir çok evin olduğu gibi bırakıldığını görüyorsunuz. Geriye dönen olmamış belli ki savaştan sonra. Şehrin bir bölümü sanki savaştan yeni çıkmış gibi. Hoş çok da olmadı... 20 yıl geçti daha yaşanan onca acı ve utanç yıllarından sonra..
Başçarşı yakınında konaklayacağım Hotel Berr'e ulaşmamış 20 dakika sürüyor. Güler yüzlü bir resepsiyonist karşılıyor bizi. Odalar temiz ve otel'in yeni olduğu belli.
Eşyalarımızı bırakıp önceden internet'ten bulduğumuz Dveri isimli mekana gidiyoruz. Zaten önümüzdeki 4 gün cevabi (köfte) ve burek (börek) yemekle geçecek. Açılışı farklı bir şeyle yapalım diyoruz.. Dveri'den aklımda kalan Ajvar (6km) isimli başlangıç sosu, ev yapımı ekmekleri ve mekanın mimarisi...
Gerçekten çok iyi bir sos ve ekmek inanılmaz. Tüm ekmeği o sos ile yiyebilirdim inanın.
Ajvar'a ek ortaya Dveri Steak (18km), Gulash Dveri (18km). Dveri Steak rulo şeklinde eti şekillendirip mısır unuyla kızartmışlar, bana biraz ağır geldi. Gulash Dveri ise yahni gibi kuş başı etler ve çok farklı sebzelerle zenginleştirilmiş enteresan bir sulu yemek. Yanında menüdeki draft birayı deniyorum. Hafif ve light bir bira geliyor. Mekanın dizaynı ise gerçekten orjinal. Farklı bir şey arayanlar için muhakkak denenmeli. Öte yandan belirtmek gerekir ki fiyatlar şehir ortalamasının çok üstünde.
Morica Han ve Kafa
Yemekten sonra önümüzdeki 4 günün vazgeçilmezi olacak olan Kafa (Kahve) içmeye geçiyoruz Morica Han'a. Han aynı zamanda zaman zaman çeşitli sergilerin yapıldığı Hüsrev Bey Vakfına da ev sahipliği yapıyor. Han'ın avlusundaki mekanda kendimize bir yer bulup kahvelerimizi söylüyoruz. Burada az, orta, şekerli ayrımı yok kahve için. Tüm kahveler şekersiz ve yanında lokum, kıtlama şeker ve su ile servis ediliyor. Yani şekerli içmek isteyen şekerini sonradan ekliyor.
Ve en önemli ayrıntı tabi ki kahve fincanları kulpsuz! Buradaki Boşnaklar kahveyi kulpsuz fincandan içiyor. Kulp onlara göre Sırp işi! Bunun öğrenebildiğimiz kadarıyla iki sebebi var. Birincisi kulp savaş dönemi Sırpların katil çetesi Çetnik'lerin simgesi olan 3 parmakla tutuluyor. Bu işareti yaptırmak için Boşnakların serçe ve yüzü parmaklarını kestikleri biliniyor. Kulpsuz fincanın ikinci sebebi ise fincanın dibindeki Osmanlı yıldızı. Fincan baş ve işaret parmağıyla çevrelenip tutulduğunda Osmanlı'nın ay yıldızı ortaya çıkıyor. Boşnakların savaştan önceki bayrağı da zaten yeşil zemin üzerine Ay-Yıldız. Camiler başta olmak üzere şehrin her yerinde görmek mümkün bu bayrağı.
Boşnak Böreği
Başçarşı merkezde onlarca harika börekçi bulabilirsiniz. Bizim denediklerimiz arasında en iyisi Bravadzıluk sokağındaki "Buregdzinica Bosna" isimli börekçiydi. Boşnak böreğini özellikle de buradakini kelimelerle anlatmak gerçekten mümkün değil. Kıymalı, peynirli, patatesli ve ıspanaklı hepsi birbirinden güzel...
Sunarken üzerine ekledikleri yoğurt ise lezzeti bir kat daha yukarıya taşıyor...
Sabah, öğlen, akşam her saat yenebilir ki biz zaman zaman kahvaltımızı zaman zaman da akşam yemeğimizi bu enfes lezzet ile yaptık. Genellikle tercihim karışık bir porsiyon almak oldu. Çünkü her biri birbirinden güzel. Doyamıyor insan bu lezzete. Ayranları bizimkinden oldukça koyu, yoğurda daha yakın diyebilirim.
Boşnak Tatlıları ve Köftesi
Hemen hemen tüm tatlıları damak zevkimize uygun. Başçarşının girişindeki "Slasticarra Saray" pastanesinden Trileca ve Bombice denenmeli muhakkak. Ve tabi ki Tuhafiya... En güzel yapan yerlerden biri gene Sebil yakınındaki Kuca Sevdaha. Eski bir han olan mekan hem bir sanat galerisi hem de kahve olarak hizmet veriyor. Hemen hemen her yerde baklava bulmak mümkün. Bizim ev baklavası dediğimiz biraz daha kuru, az şerbetli ve cevizli hafif baklava, buranın normal baklavası.
Köfteler ise ayrı bir mesele... Anlatmak zor... Yemek lazım... Başçarşı'da her köşe başında bir tane köfteci var neredeyse... Denediklerimiz arasında "Cevabdzinica Zeljo" (Başçarşı merkez) ve "Cevabdzinica Nune" (Ferhadiye 12) oldukça güzel köfte yapıyorlar.
İrfan Amca
Yaşam Tüneli'ne ulaşmak hem yol yapım çalışmaları hem de yol sorduklarımızın büyük bölümünün bizi yanlış yönlendirmesi (sonradan Sırp olduklarını fark ediyoruz) sebebiyle ciddi bir kabusa dönüyor. Havalimanın arkasındaki tüneli ararken bir anda kendimizi Havalimanın önünde buluyoruz. Tamamen yanlış taraftayız...
Avel avel sağımıza solumuza bakarken külüstür bir wv glof yanaşıyor yanımıza. "Nereyi arıyorsunuz?" diye soruyor içerideki ihtiyar bozuk Almancası ile. "Ratnı Tunel!" diye cevaplıyoruz. "10 km'ye atayım sizi Tünele" diyor, çocuklar gibi şen atlıyoruz hiç düşünmeden... İrfan amca, korsan taksicilik yapıyor. Özellikle bizim gibi yolunu kaybeden turistler en iyi müşterisi...
Yolda, Tünel Sırp köylerine yakın olduğu için Sırpların Tünel tabelalarını kaldırdığını, yol soran turistlere ters istikametleri tarif ettiğini anlatıyor. Şaşırıyoruz...
İrfan amca 2 çocuk babası... Savaş yıllarının izleri yüzünden okunuyor. İlerlemiş yaşına rağmen yadigar arabası ekmek teknesi. Dönüşte de kendisiyle dönüyoruz şehre. Taksinin yarı fiyatına istediğiniz yere götürüyor İrfan amca. Güler yüzlü ise yolculuğun artısı. Kırık Almancasıyla hayatını çocuklarını anlatıyor. Sohbet koyulaşınca "Sizler de benim evlatlarım sayılırsınız" diyor gülümseyerek... Birkaç kez konuyu savaşa getirmeye çalışsam ya beni anlamıyor ya da anlamamazlığa geliyor. Bizi bırakırken son gün havalimanı transferimiz için sözleşiyoruz İrfan amcayla. Söylediğimiz saatte bizi otelimizden alıp bırakıyor havalimanına sağ olsun.
Telefon numarası; 061 210 121 / İrfan amca maalesef İngilizce pek bilmiyor, bilginize...
Yaşam Tüneli / Ratnı Tunel
Savaş yıllarının kahraman ailelerinden biri...
Kolar ailesi... Yıl 1993...
Hayatları pahasına evlerinin altından şehre yapılacak tünele müsaade edip, erzak ve silah sevkiyatının yolunu açarlar.
800 metre uzunluğundaki ve 1,60 metre yüksekliğindeki tünelin inşası tam 4 ay 4 günde tamamlanır ve Bosna'daki savaşın simgelerinden biri haline gelir.
Dünyanın dört bir yanından Boşnaklara yardıma gelen insanlar bir fiil çalışmışlar Tünel'in inşaatında.
Dağlardan köye ulaştırılan yardımlar bu evde toplanıp, tünelle Nato'nun kontrolündeki serbest bölge ve Sırp kuşatmalarının altından şehir merkezine ulaştırılır.
Savaşın izleri tüm Bosna'da olduğu gibi burada da kendini sert bir şekilde gösteriyor. Evin dış cephesi delik deşik. Savaş esnasında evin tünel olarak kullanılmasından kaynaklanmıyor bu durum elbette. Fark edilseydi ev bugün yerinde olmazdı kuşkusuz. Kurşun izleri tüm evlerde mevcut, özellikle Sırp köylerine yakın bu bölgede daha da belirgin şekilde artıyor izler.
Ev bugün artık bir müze olarak kullanılıyor. Giriş ücreti 10 km... Evin giriş katı, tünelde çalışanların eşyalarının sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüş. Bodrum katında ise savaş yıllarında yaşananların anlatıldığı kısa bir video gösterimi var. İnsanın tüyleri diken diken oluyor... Can pazarı...
Evin avlusundan inilen tünelin bugün 25 metrelik bölümü restore edilmiş ve ziyaretçilerin girişine açık.
CAJDZINCA DİRLO / Çayların Koklanarak İçildiği Yer!
Saraybosna'nın Don Kişot'uyla tanıştırayım sizi... Özel ve güzel insan Hüseyin abi! Savaşta erkek bir çocuk büyütmüş. Kırışıklıklarına bakmayın, acıları yaşlandırmış tenini... Zorlu geçen yıllardan sonra işine dört elle sarılıp, dünyanın en güzel çaylarını yapıyor elleri... Ve yüzünden hiç eksik olmuyor babacan gülümsemesi...
Hüseyin abi, eşi ve oğlu Ali ile birlikte işletiyor küçük ve şirin mekanını. Çok kısa zamanda konsepti, muhteşem çayları ve güler yüzlü servisi ile müdavimi oluyorsunuz çaycının. Çaycı diyorum çünkü birkaç farklı alternatif dışında onlarca çay çeşidi sizi bekliyor burada. Çayların hepsi birbirinden enfes. Öneri yapmayacağım... İster tek tek cam kavanozları koklayarak seçin çayınızı, isterseniz Hüseyin abi ya da eşine ne tür bir şey istediğinizi söyleyin onlar öneride bulunsunlar. Ama çaylarla ilgili fikir vermesi açısından örneğin benim çok sevdiğim "Rooibos tea - ananas ve zencefil ile zengilenleştirilmiş" rahatlamak isteyenlere öneriliyor. Rooibos (Kızıl Çay), zencefil, ananas ve lime ile zenginleştirilmiş aroma aynı zamanda kırmızı biber, tarçın, mate ve mine çiçeği yaprakları ile de desteklenmiş. Yani enteresan...
Çayımızı merakla yudumlarken yan taraftan biri sesleniyor Türkçe konuşmalarımızı duyan, "Are you from Turkey?" Ve böylece önümüzdeki birkaç saati burada geçirmemizi sağlayacak sohbete başlıyoruz. Filistinli bir gazeteci, işi sebebiyle çok gezmiş... İstanbul kadar güzel bir şehri şimdiye kadar görmediğini vurgulayarak başlıyor konuşmaya, 2 ay İstanbul'da yaşadığını ekleyerek.
İsmini sorduğumda "Tamam" diyor. Bir an duraksıyorum aklıma bir filmde sürekli -tamam- diyen bir karakter geliyor. Tekrarlıyorum ismin ne diye. Gülerek, "Tamam" diyor ve ekliyor, "İsmim Tamam". Babası son oğluna Arapçada -tamamlanan- anlamına gelen Tamam ismini koymuş.
"Türkiye'ye geldiğimde en büyük kabusum buydu", diyor ve insanların sürekli çevresinde başka şeylere tamam demesinden deliye döndüğünü ve ilk birkaç gün çağırıldığını sanıp sağına soluna bakmaktan bunaldığını anlatıyor. "Tamam", diyorum gülümseyerek...
Uzun uzun Almanya'dan, Türkiye'den ve tabi ki Filistin'den konuşuyoruz. İsrail'in katliamın şiddetini arttırdığı günler. Birkaç hafta önce annesini kaybettiğini söylüyor. Yasaklı olduğu için ülkeye giremediğini ve son günlerde neler olup bittiğinden habersiz olduğunu ekliyor. Ne zor bir durum, yaşadığımız Coğrafyada yaşanan savaşların en çok da sivillere çektirdikleri...
Bir ara İstanbul çok bahsedince diğer yanımızdaki bir çocuk da lafa giriyor, "İstanbul dünyanın en büyük şehriymiş, doğru mu?". Kes lan cahil diyeceğim ama uzaktan geldiği belli. Sonradan Singapurlu olduğunu öğreniyoruz. Singapur'dan gelmiş balkan turu yapıyor 21 yaşında bir üniversite öğrencisi... Hem cahil hem cüretkar...
Bir süre sohbet ettikten sonra mekana gelen bir grup bayan Singapurlu arkadaşın dikkatini çekiyor ve kendisini kaybediyoruz ve Tamamla kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bu arada yağmur da çiselemeye başlıyor. Gelmeden önce tüm hafta sonu yağmurlu görünürken rahatsız etmeyen bir güneş karşılamıştı bizi. Yağmur giderek şiddetini arttırıp doluya çeviriyor. 1 saat sonunda tatlı güneş tekrar gösteriyor kendini. Ancak sohbetimiz ve çaylarımız o kadar keyifli ki hemen hemen tüm öğleden sonramızı Dirlo'da oturup laflayarak geçiriyoruz.
Aliya İzzetbegovic
Boşnak'ların ölümsüz ve 20.yüzyılın sonuna damgasını vurmuş lider...
Ne dense az kendisi için. Milletine ve barışa adanmış bir ömür. Boşnaklarla bizi ortak yapan bir benzerlikte verilen kurtuluş ve özgürlük savaşının benzerlikler göstermesi. İzzetbegovic'in eşyalarının ve verdiği mücadelenin dönüm noktalarını görebileceğiniz bir müze var kendi adına taşıyan. Muhakkak gidip görülmeli. Mezarı da gene bu müzeye yakın bir şehitliğin ortasında. Askerleriyle birlikte yatıyor büyük lider.
Tepeden bakıldığında begovic'in mezarının önünde bir hilal var ve mezar anıtıyla birleşince eşsiz bir görüntü oluşuyor.
Dikkatimi çekti, Bosnalı gençler hiç yalnız bırakmıyor begovic'i, yaşlı genç her yaştan insan mezarlığın önünden geçerken dua okumayı ihmal etmiyorlar...
Saraybosna'da bayram sabahı izlenimleri
Bayram sabahı erken saatte Başçarşı'yı turlamak için çıkıyorum otelden. Dışarı adımımı atar atmaz takım elbiseli, güzel giyimli insanlara takılıyor gözlerim. Büyüklerin anlattığı masalsı bayramların içinde buluyorum kendimi. Kadın, erkek, çocuk herkes tüm özeniyle "bayramlık"larını giymiş bir biriyle selamlaşıyor: "Bayram şerifin mübarek ola!"
Tüm olumsuzluklara rağmen bayram sabah herkes bayramlıklarıyla dışarıda. "Ceket" vazgeçilmezi Saraybosnadaki şıklığın. Kızlı erkekli ceket giymek şıklığın gereği sanırım.
Türkiye'de Cumhuriyetin ilk yıllarında yetişen gençlere benzetiyorum buradaki gençleri. Genç Bosna Hersek'in çocukları gururlu, bilinçli ve değerlerine sahip çıkıp onları yücelten bir gençlik.
Kültürel olarak bu kadar yakın olmak, hatta bizim kaybettiğimiz bir çok adetin burada sürdürülüyor olması inanılmaz bir keyif veriyor insana. İnsanların bir yapan şeyin "kültür" olduğunu görüyorum bir kez daha... Bu insanlar bizim kültürümüzden ve üstelik bizden daha çok sahip çıkıyorlar.
Saygım bir kat daha artıyor bu insanlara... Darısı bizim başımıza!
Saraybosna Gülleri
Sırp tankları arasında top ateşi altında kalan Saraybosna'da topların açtığı delikler kanı simgeleyen bir malzemeyle doldurulmuş.
Her gülün en yakınında bina duvarında o bombanın hangi tarihte düştüğü ve kimlerin hayatını kaybettiği yazılı bir tabela asılı. Rastgele atılan bombaların en büyüğü bugün halan pazar yeri olarak kullanılan bir alana isabet ediyor. Sırplar sivillerin olduğunu bile bile pazar yerini bombalar ve 60 kişinin üzerinde insan hayatını kaybeder. Bu 1995'teki son büyük saldırı olur. Bu olay uluslar arası kamuoyunun artık kayıtsız kalamamasını sağlar ve nihayet bu cinayete bir son vermek için müdahale gelir...
Eline sağlık
YanıtlaSil